CANLI İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN..
Güncel Blog Sayfası * Online Tv Sayfası * Canlı Maç Seyret * Ödev Sitesi * Yemek Tarifi * Bedava Backlink * Cep Telefonu * Free Backlink * SEO Yarışmaları * Memur Blog * Türk Filmi İzle * Yalan Dünya Dizisi * Koyu Kırmızı Dizisi * Ayrılık Olmasa Dizisi * Ha Babam Uzay Dizisi * SEO Yarışmaları * Memur Blog * Güncel * Güncel Blogcu * Günlük Gazeteler * Kimineli Blog

20 Şubat 2009 Cuma

Bir Saat

BIR SAAT

Adam yorgun argın eve döndüğünde 5 yaşındaki oğlunu kapının önünde beklerken bulmuş.
Çocuk babasına:
"Baba 1 saatte ne kadar para kazanıyorsun?" diye sormuş. Zaten yorgun gelen adam "bu seni ilgilendirmez" diye cevaplamış.

Bunun üzerine çocuk:
"Babacığım lütfen bilmek istiyorum" diye cevap vermiş. Adam,
"İlla ki bilmek istiyorsan 20 dolar kazanıyorum" diye cevap vermiş. Bunun üzerine çocuk,
"Peki bana 10 dolar borç verir misin?" diye sormuş. Adam iyice sinirlenip:

"Benim, senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok hadi derhal odana git ve kapını kapat" demiş. Çocuk sessizce odasını çıkıp kapısını kapatmış adam sinirli sinirli bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder diye düşünmüş aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşmiş ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını düşünmüş belki de gerçekten lazımdı. Yukarı çocuğun odasına çıkmış ve kapıyı açmış. Yatağında olan çocuğa:

"Uyuyor musun?" diye sormuş. Çocuk,
"Hayır" demiş.
"Al bakalım istediğin 10 doları sana az önce sert davrandığım için üzgünüm ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim" demiş. Çocuk sevinçle haykırmış:

"Teşekkür ederim babacığım"
Yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkarmış adamın suratına bakmış ve yavaşça paraları saymış bunu gören adam iyice sinirlenerek:
"Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun?" demiş. Çocuk,
"Ama yeterince yoktu" demiş ve paraları babasına uzatarak:
"İşte 20 dolar, 1 SAATİNİ BANA AYIRIR MISIN?" demiş...

Bir Masal Gibi

BİR MASAL GİBİ

Dondurucu soğukta bir an önce evime varabilmek için
hızla yürürken, ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm..
Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diye
acele acele açtım.. İçinde üç dolar ve sararıp kat yerleri
yıpranmış eski bir zarftan başka bir şey yoktu...

Sol üst köşede yalnızca gönderenin adresi, alıcı adresi
yerinde bir posta kutusu numarası vardı. Bir ipucu
bulabilmek belki biraz da merakımı giderebilmek için
zarfı açtım ve içindeki mektubu okumaya başladım.
Mektup, sol yanı çiçek resmiyle süslenmiş bir kağıda,
özenli bir el yazısıyla yazılmıştı ve "Sevgili Michael"
diye başlıyordu.. Ve "Annesi yasakladığı için
onu bir daha göremeyeceğini" anlatarak
devam ediyor.. "Ama sakın unutma, seni daima
seveceğim" diye bitiyor.. İmza.. Hannah!..

Elimde yalnızca, mektubu yazan kişiyle, mektubun
yazıldığı kişinin birinci adları vardı. Eve gider gitmez
hemen telefon idaresini aradım.Görevli kişi, kendisine
bildirdiğim adreste yaşayanların telefon numarasını
vermesinin yasalara aykırı olduğunu söyledi. Fakat
ısrarım karşısında: "Belki, size yardımcı olabilirim" dedi.
"Bu adreste bulunan numaraya telefon ederim ve onlar
Kabul ederlerse, sizi görüştürebilirim lütfen bekleyin.."
dedi. İki üç dakika sonra görevlinin sesi geldi..
"Bağlıyorum efendim." Telefonda, karşıdaki hanıma
"Hannah diye birini tanıyıp, tanımadığını" sordum.

"Bu evi, 30 yıl evvel, Hannah diye kızları olan bir aileden
aldık" dedi. "Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?.."
"Hannah annesini bir huzurevine yatıracaktı. Oradan takip
ederseniz, belki adres bulursunuz.." deyip bana huzurevinin
adını verdi.. Hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüş..
Ama kızına ait eski bir telefon numarası var. Belki oradan
bilirlermiş.. "Bunların hepsi aptalca aslında" dedim
kendi kendime.. İçinde sadece 3 dolar ve 60 yıl önce
yazılmış bir mektup bulunan cüzdanın sahibini aramak
için bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradım numarayı..

Bir kadın "Şimdi Hannah'nın kendisi bir huzurevinde"
dedi ve numarayı verdi. Hemen orayı çevirdim.. Ses;
"Evet, Hannah burada yaşıyor" dedi.. Saat ona geliyordu
ama hemen yola çıktım, Hannah'yı görmek için..
Devasa bir binanın üçüncü katında şirin bir oda.. Gümüş
saçlı, sıcak tebessümlü bir yaşlı kadın.. Gözlerinin içi ışıl
ışıl ama.. Anlattım olanları.. Cüzdanı ve mektubu gösterip..
Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve "Genç adam" dedi,
"Bu mektup, Michael ile son kontağımdı.. Onu öyle
seviyorum ki.. Sean Connery gibi yakışıklıydı.. Hani şu
meşhur aktör.. Ama ben 16 yaşındaydım.. Çok küçüğüm
diye annem kesinlikle izin vermedi.." Derin bir nefes daha..
"Michael Goldstein harika bir insandı. Eğer bulabilirseniz
ona söyleyin lütfen.. Onu hep düşündüm.. Hep.." Bir ufak
sessizlik.. Bir derin nefes daha.." Ve onu hep sevdim.."
İki damla yaş damladı elindeki mektuba, ıslanan gözlerden..
"Ve hiç evlenmedim.. Michael gibi birisini bulamadım ki.."
Hannah'ya teşekkür edip odadan çıktım.

Binadan çıkarken danışmada beni karşılayan kız
"Hannah Hanım yardımcı olabildi mi size" dedi.." Hiç
değilse bunun sahibinin soyadını öğrendim" dedim..
Cüzdanı elimde sallayarak.. O sırada yanımda dikilip duran
hademe bağırdı.." Hey baksana.. Bu Bay Michael'ın
cüzdanı.. Üzerindeki bu kırmızı şeritten onu nerde
görsem tanırım.. Cüzdanını hep kaybederdi zaten..
Üç kere ben buldum, koridorlarda..

"Michael sekizinci katta yaşıyordu.. Ok gibi fırladım
tekrar asansöre. Michael yatmamıştı. Okuma odasında
kitap okuyordu. Hemşire beni ve elimdeki cüzdanı gösterdi.
Michael elini arka cebine attı, hızla.. Sonra sevinçle "Evet
bu benim cüzdanım" dedi. "Öğleden sonraki yürüyüş
sırasında kaybetmiş olmalıyım. Size teşekkür borçluyum."
"Hiçbir şey borçlu değilsiniz" dedim. "Ama özür dilerim.
İpucu bulmak için açtım ve içindeki mektubu okudum."
"Mektubu mu okudun?" "Sadece okumakla kalmadım.
Hannah'yı da buldum.." "Buldun mu? Nerde? İyi mi?
Hala eskisi gibi güzel mi. Söyle, lütfen söyle.."
"Çok iyi.. Hem de harika" dedim, yavaşça.. "Bana onun
telefon numarasını ver. Yarın onu hemen arayacağım."
Elime sımsıkı sarıldı.. "O benim tek aşkımdı.. Onu
öyle sevdim ki, asla evlenmedim.. Çünkü bu mektup
geldiğinde hayatım, anlamsal olarak bitmişti."
"Bay Goldstein" dedim.. "Gelin benimle.."

Asansörle üçüncü kata indik.. Odanın kapısı açıktı.
Hannah sırtı kapıya dönük televizyon izliyordu..
Hemşire ona yaklaştı, omzuna dokundu.. "Hannah"
dedi.. "Bu bay'ı tanıyor musun?" Gözlüklerini
ayarladı bir an baktı, tek kelime etmeden..
"Michael" dedi, Michael, kapıda, kısık sesle..
"Hannah.. Ben Michael.. Beni tanıdın mı?.."
"Michael" diye yutkundu Hannah. "İnanmıyorum..
Bu sensin. Benim Michael'ım." Michael
Hannah'ya doğru yürüdü yavaşça. Sarıldılar.
Hemşire yanıma geldiğinde onun da gözleri yaşlıydı..
"Gördün mü, bak?" dedim "Yaşamda, yaşanması
gereken her şey, er ya da geç, birgün kesinlikle yaşanacaktır."

***

Üç hafta sonra beni huzurevinden aradılar.
Pazar günü bir nikah vardı.. Gelebilir miydim?

Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michael
beni nikah şahidi yaptılar üstelik. Hannah açık
bej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael de
lacivert takımı içinde hala çok yakışıklı..
Bir nikah tanığı olarak söylüyorum bu gözlemlerimi…

Aşklarını onsekiz yaşın heyecanı ve duygusuyla yaşayan
76 yaşındaki gelin ile 79 yaşındaki damadın nikahında
keşke siz de bulunsaydınız… Altmış yıl önce bittiği
sanılan bir aşk öyküsünün, altmış yıl sonra, kaldığı
yerden nasıl filizlendiğine siz de tanık olacaktınız.

Çeviren: Nuray Bartoschek

Bir Cocugun Duyarliligi

BİR ÇOCUĞUN DUYARLILIĞI

Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir

çocuk pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu..

Çocuk sordu: "Çikolatalı pasta kaç para?.."

"50 cent!.."

Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı.

Bir daha sordu: "Peki dondurma ne kadar.."

"35 cent" dedi garson kız sabırsızlıkla..

Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına

koşuşturuyordu.

Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki...

Çocuk parasını bir daha saydı ve "Bir dondurma alabilir miyim

lütfen" dedi.

Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki

masaya koştu.

Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi.

Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu

birden. Masayı sanki akan yaşları ile temizleyecekti.

Bos dondurma tabağının yanında çocuğun bahşiş olarak bıraktığı 15 cent duruyordu

HERKESiN DUASI KENDiNE GORE

HERKESİN DUASI KENDİNE GÖRE

"Dünya bir tuzaktır, tanesi de arzulardır." Hz. Mevlana

Kayseri Oto Sanayii'nde çalışan kaporta ustalarından biri, acil ödenmesi gereken
bir senet borcunun günü geldiği için kendi kendine dua ediyormuş:

"Allah'ım hiçbir kardeşime bir şey olmadan, borcumu ödemem için bana iki devrik,
Bir çarpık araba gönder."

Ülkemizin trafik kazalarında dünya şampiyonluğu herkesin malumu...
Çok geçmeden kaporta ustasının duası kabul olmuş ve ustaya iki devrik,
bir çarpık araba gelmiş tamir için... Ve hemen arabalar tamir edilip senet borçları ödenmiş.

Bir müddet sonra 'iki devrik bir çarpık araba' duasının sahibi kaportacı,
halı sahada top oynarken düşünce ayağı çıkmış ve soluğu meşhur bir kırıkçı-çıkıkçıda almış.
Çıkıkçıdan içeri girdiğinde kendi ettiği 'iki devrik bir çarpık duası' hatırına gelmiş.

Usta, dayanamamış sormuş kırıkçıdan çocuğuna:
"Ayağı kırılan, çıkan çok olsun diye çok dua ediyor musun?

Uyanık çocuk cevap vermiş. "Tarihi ustacığım. Siz nasıl devrik ve çarpık arabadan
para kazanıyorsanız biz de kırık çıkıktan para kazanıyoruz.

Anlaşılan, kaporta ustası gelmeden önce çocuk ve babası da "iki kırık bir çıkık" duası yapmış!..

Son Ders

SON DERS

Bir profösörün mezun edeceği talebelerine verdiği son ders:
Bilgisayar Mühendisi Arkadaş, İnşallah iyi bir donanımcı veya iyi bir yazılımcı veya iyi bir networkçü veya iyi bir sistem yöneticisi olacaksın.
Yalnız şu mühim meseleleri sakın aklından çıkarma;

Bu kainatın öyle bir donanımcısı vardır ki, bütün mevcudâtı ve
içinde yer yüzünü create etmiş, güneşi bir power source, ayı bir system clock yapmış. O power source'dur ki kesintiye uğramaz ve o system clocktur ki şaşmaz ve şaşırmaz, o donanımcının ilminin ve sanatının nihayetsizliğini gösterir.
Bu zât aynı zamanda öyle yüce bir programcıdır ki, şu muazzam dünya üzerinde çalışacak şekilde koca hayat programını yazmış, yüzbinlerce yıldan fazladır, error verdirmeden, crash ettirmeden çalıştırıyor.
Eğer onun ne kadar iyi bir programcı olduğunu da anlamak istersen, önce kendine bak. Gözünle göremediğin küçücük bir hücrene bütün kodunu save etmiş ve yine o küçücük hücrende execute ettiriyor. Madem ki DNA'nın bir program olduğu apaçıktır, ve bir program programcısız olamaz demek ki, senin programcılığın ancak o büyük zâtın programcılığına ancak bir ayna hükmündedir.
Yine senin bütün hücrelerinden oluşturduğu network'ün içinde hadsiz protokollerle o hücreleri konuşturduğu gibi, madem ki senin de diğer insanlarla türlü dillerde ve protokollerde konuşabilmen için gerekli donanımı yanına vermiştir, öylece de gördürüyor, konuşturuyor ve dinletiyor. Ve madem ki sen etrafındaki bütün cisimlerden haber alasın diye ışık, ses gibi türlü mediayı hazırlamış kullandırıyor, ve sen bunları keşfeder, kullanır fakat upgrade edemezsin, o halde öyle büyük bir network uzmanı zât vardır ki senin her türlü ihtiyacını bilir, ona göre teçhizatını verir. Senin networkçülüğün ancak onun, sonsuz ilminden sana verdiği bir küçük parça ve bir büyük nimettir.
Arkadaş, aldanma! Şu güzel dünya hayatı programı bir limited trial version'dur, görüyorsun ki elde ettiğin malı mülkü hiç bir surette save edemiyorsun. Öyle ise, bu kâinat yazılımını yazanı tanı. Hem hiç mümkün müdür ki bir programcı bu kadar güzel bir program yapsın ve yaptığı programda about kesimi koyup kendini tanıttırmasın. Öyle ise bu kainatın en büyük donanımcısı, programcısı, networkçüsü ve sistem yöneticisi olan zâtın her yere işlediği about kesimlerini gör, öğren, full versiyonunu kazanmak için çalış.
Unutma ki hiç bir hareketin atlanmadan çok dikkatli loglar tutuluyor. Bu loglar her şeye gücü yeten o sistem yöneticisi tarafından open edilip check edilecektir.

Amann ha diccat!...

BES MAYMUN

BEŞ MAYMUN

Kafese beş maymunu koyarlar, ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar. Her bir maymun aynı denemeye giriştiğinde çok soğuk suyla ıslatılır, bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar.

Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanır. Su kapatılıp, maymunlardan biri dışarı alınıp ve yerine yeni bir maymun konulur, ilk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur. Fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler. Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir ve merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer, bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır.

Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin, en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiçbir fikirleri yoktur. Son olarak en baştaki ıslanan maymunların dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir. Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık hiçbiri merdivene yaklaşmamaktadır.

Neden mi? Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gitmektedir...'

Kendi Elimizden

HEP KENDİ ELİMİZDEN

"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir" [Kuran-ı Kerim, Şura, 30]

Portekiz'de 27 yaşındaki Sophie Lagoa ismindeki bir kadın sürücü, sarhoş bir vaziyette araba kullandığı gerekçesiyle trafik polisleri tarafından yakalanarak mahkemeye sevk edilir.

Kadın, oldukça ağır olan bu trafik cezasından kurtulabilmek için sahasında çok iyi bir avukat olan Eduardo Borja ile anlaşır. Avukat, bütün meslekî marifetlerini kullanarak bayan Sophie'yı ceza almaktan kurtarır.

Başına gelen musibetten ders alıp uslanmayan Sophie Lagoa, beraatini kutlamak için bir bara gidip sarhoş oluncaya kadar içer. Daha sonra da yine sarhoş vaziyette direksiyonun başına geçer.

Ve o sarhoş kafayla yolda giderken bir vatandaşa çarparak onu yirmi metre kadar arabasıyla sürükler. Perişan vaziyette hastaneye kaldırılan adam bütün müdahalelere rağmen kurtarılamayarak ölür.

Bayan Sophie Lagoa, hapishanenin yolunu tuttuktan günler sonra, arabasıyla çarparak ölümüne sebep olduğu adamın, kendisini sarhoş araba kullandığı gerekçesiyle ceza almaktan kurtaran avukat Eduardo Borja olduğunu öğrenecektir.

FOTOGRAF SAKASINDAN GERCEGE

FOTOĞRAF ŞAKASINDAN GERÇEĞE

"Ya hayır söyle, ya sus" Hadis-i Şerif

Dil, Allah'ın ademoğluna bahşettiği en büyük nimetlerden biridir. Fakat insan bu nimeti kullanmadan önce çok
düşünmeli, maksadını ifade ederken ağzindan çıkanlara özen göstermelidir. Çünkü insanın ağzından çıkan sözler
dua yerine geçip insanı o ifadenin anlamı çerçevesinde bir neticeye mahküm edebilir. Tıpkı anlatılan ibretli
hadisede olduğu gibi:

Yaz sezonunda arkadaşlarıyla birlikte Bozcaada'da tatil yapan Gökşin Özbak, burada bir hurda araba görünce, hemen aklına bir espri geldi. Genç adam, arabanın içine girip sağ arka koltuğuna oturdu ve ölmüş gibi poz vererek
fotografını çektirdi.

Gökşin, tatil dönüşünde bu fotografı arkadaşlarına gösterip şaka yapacak ve "Trafik kazası geçirdim ve öldüm.
Bakın bu da ölümümün fotoğrafı... Ben aslında bir hortlağım." diyecekti. (...)

Tatil bitti ve Gökşin memleketine döndü. Kısa bir süre sonra gelen Ramazan bayramı vesilesi ile Gökşin ailesi
İzmir'e gitmeye karar verdiler. Otomobili Gökşin'in babası kullanıyordu. Manisa-Kırkaç girişinde bir süre mola
veren aile, biraz dinlendikten sonra tekrar yola koyuldular. Yola çıkalı henüz birkaç dakika olmuştu ki, önlerine aniden bir yaya fırladı. Baba Hikmet Bey, direksiyonu kırdı ama yayaya çarpmayı engelleyemedi.
Kazanın etkisiyle Hikmet Bey direksiyon hakimiyetini kaybetti. Ön cam patladı ve araba dört takla atarak bir hendeğe yuvarlandı.

Gökşin, tıpkı 7 ay önce şaka olsun diye çektirdiği fotoğraftaki gibi, arabanın arka koltuğunda oturuyordu.
Görüntüsü de, fotoğraftakine çok benziyordu; bir farkla...! Bu şaka değil, Bu şaka değil, gerçek bir görüntüydü
ve kan ile renklenmişti. Fotoğraf şakası ne yazık ki, gerçek olmuştu.

Tek Kollu Sampiyon

AZİM

Japon çocuğun tek hayali çok ünlü bir karateci olmaktı. Fakat ailesi buna izin vermezdi. Bir gün talihsiz bir kaza sonucu çocuk sol kolunu kaybetti.

Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate hocası tuttu. Hoca ilk dersinde çocuğa karsısındakini sağ koluyla tutup üstünden savurmayı gösterdi. Hatta ikinci, üçüncü ve sonraki bütün derslerde hep aynı hareketi yapıyorlardı.

Çocuk bir gün hocasına "hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere geçsek" dedi. Hoca ise bunu kabul etmeyerek dünyada bu işi en hızlı yapan kişi olmadıkça bitirmeyeceğini söyledi. Çocuk o kadar hızlanmıştı ki, hocasını bile göz açıp kapayıncaya kadar yerden yere vuruyordu. Bir gün hoca elinde bir kağıtla geldi kağıtta çocuğun gençler karate şampiyonasına katılabileceği yazıyordu.

Çocuk çok şaşırdı. Ertesi gün salonda ilk rakibinin karşısına çıkacakken heyecanla hocasına sordu, "hocam bu iş nasıl olur? Ben sadece tek hareket biliyorum kesin kaybederim" Hocası ise "sen sadece hareketi yap" cevabını verdi.

Çocuk ringe çıktı ve hareketiyle rakibini eledi. Hatta tek hareketle finale kadar çıktı. Finalde karşısında kendisinin iki katı birisi vardı. Önce çok korktu ama gene bildiği hareketi yaparak son rakibini de yendi ve şampiyon oldu.

Sevinçle hocasının yanına koştu ve sordu "hocam nasıl olur anlamıyorum, sadece bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum" Hocası çocuğa baktı ve dedi ki, "senin yaptığın hareket karatedeki en zor hareketlerden biridir.

Ve bir tek savunması vardır o da, rakibin sol kolunu tutmak".

ESPRI GERCEK OLDU

ESPRİ GERÇEK OLDU

Yüksel Hanım 16 Ağustos 1999 tarihinde kocası ile birlikte Ankara'da misafirlikte bulunuyordu.
Kocası Hasan Yavuz Bey, o akşam ısrarla İstanbul Avcılar'daki evine dönmek istiyordu.

Hasan Bey ısrarlarını sürdürünce eşi Yüksel Hanım kocasına, "Evimiz mi yıkılıyor,
duralım bir gece daha!" diye çıkıştı.

Ertesi gün kıyameti andıran o büyük 17 Ağustos depremi patlak verince pürtelaş İstanbul'a dönen
aile, Avcılar'daki evlerine geldiklerinde gördükleri enkaz manzarası karşısında şaşkına döndüler ve
o gece İstanbul'a dönmedikleri için Allah'a şükrettiler.

ECEL GELiNCE BASA

ECEL GELİNCE BAŞA

"Kundak ile kefen arası kaç adım?" Gürbüz Azak

Sevim hanım, yaşadığı Anadolu kasabasında kaynak atölyesi bulunan 35 yaşındaki Harun Keleş ile
hayatını birleştirdi. İki yıl sonra dünyalar güzeli ilk kızları Canan, ardından da Ebru dünyaya geldi.

Çok Mutluydular.. Ta ki, Sevim hanımın başında ağrılar başlayıp, beyninde ur olduğu anlaşılana kadar...
Muayeneler, tetkikler, tahliller derken, Sevim hanımın tedavi için İstanbul'a gitmesine karar verildi.
Ve Sevim hanım Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde beyin ameliyatı oldu.

Sevim hanım bu ağır hastalıktan kurtulduğuna inanmıştı ki yeniden rahatsızlandı.
Kadını iyice muayene eden doktorlar bu kez, yaşaması için ilik naklinden başka çare olmadığını söylediler.

Kızlarından ilik nakli yapılması düşünüldü. Ancak tetkikler neticesinde dokuların uyuşmadığı görüldü.
Bunun üzerine doktorlar, "İstersen yeniden hamile kal. Doğacak çocuğun iliği uygun olabilir" dediler.

Bu arada bütün bu tedaviler sırasında Keleş Ailesi de varını yoğunu satmak zorunda kaldı.

Genç kadın bir müddet sonra tekrar hamile kaldı ve bu kez oğlu Halit'i dünyaya getirdi.
Minik Halit birkaç aylık olup ilik nakli yapılacak duruma gelince bu kez Sevim Hanım minik
bebeğinden nakil yaptırmak istemediğini belirtti.

Halit tek oğlu olduğu için, "Oğluma dokundurtmam. Ben öleyim ama ona birşey olmasın."
diyerek kararında direnen kadının hastalığı giderek ilerliyordu.

Sevim Hanım, yaşama umuduyla yine doktorlara gitti ve "Oğluma kıyamadım. Bir daha hamile kalsam,
ömrüm yeter mi? diye sordu. Olumlu cevap alınca yeniden hamile kaldı. Fakat kaderden kaçılmıyordu.
Sevim Hanım, yeni bebeğinin doğumuna beş ay kala 1.5 yaşındaki Halit'iyle fırına ekmek almaya
giderken ehliyetsiz bir sürücünün kullandığı kamyonetin çarpmasına maruz kaldı.

Kadıncağız ilik nakli için kıyamadığı biricik oğlu Halit'i can havliyle kenara fırlatmayı başardı fakat kendisi
bu trafik canavarından sorumsuzca kullandığı kamyonetle dokuz metre sürüklenerek karnındaki yaşam
umudu olan bebeği ile birlikte feci şekilde öldü

ARKADASLIK

ARKADAŞLIK

Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. "Arkadaşlarınla tartışıp, kavga ettiğin her zaman bu tahtaya bir çivi çak" demiş. Genç, ilk gün tahtaya 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendini kontrol etmeye çalışmış ve geçen her gün daha az çivi çakmış.

Nihayet bir gün gelmiş ki genç tahtaya hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahtanın önüne götürmüş. Gence "Bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahtadan bir çivi çıkar" demiş.

Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası oğluna "Aferin! iyi davrandın ama bu tahtaya dikkatli bak. Çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş.

Arkadaşlarla tartışılıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır. Arkadaşına bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin, ama bu delik aynen kalacak kapanmayacak. Bir arkadaş ender bulunan bir mücevher gibidir. Seni güldürür, yüreklendirir, ihtiyaç duyduğunda sana yardımcı olur, seni dinler ve sana yüreğini açar" demiş.





Dunyada Olumden Baskasi Yalan

DÜNYADA ÖLÜMDEN BAŞKASI YALAN

"Hiçbir yiğidin kaza ve kader okuna karşı kalkanı yoktur." Hazreti Ali (r.a.)

Kayseri-Kuşadası seferinde Konya yakınlarında akaryakıt tankeriyle çarpışan yolcu otobüsünün alevler içinde
cayır cayır yandıktan sonra geride kalan korkunç görüntüsü hafızalardan kolay kolay silinecek gibi grğil.

O korkunç kazada otobüsteki 48 kişiyle birlikte Türk milletinin yüreği alev alev yanmıştı ama yanmayanlar da
vardı! Otobüsün metal kısımları bile yanıp kavrulurken "Dünyada ölümden başkası yalan" yazılı bir kağıt
parçasının yanmaması tam bir ibret-i âlemdi.

Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi 3. sınıf öğrencisi Şencan Komşusu adlı genç bir kız da,
o alev topu otobüste yanmaktan kurtulmuştu Fakat?!

Şencan Komşucu, Kayseri eşradından Faruk Çarşıbaşı adlı Hayırseverden burs alıyordu. Şencan, Cumhuriyet
Bayramı tatilini de fırsat bilip memleketine gitmek için otobüsten yerini ayırttı. Bursunu almak için kazanın olduğu
gecenin akşamı arkadaşlarıyla birlikte Faruk Çarşıbaşı'nın kapısını çaldı.

Şencan'a, resmi bazı aksaklıklardan olduğu ifade edilip resmi daireler kapalı olduğu için "Burs işini pazartesi
halledelim " denildi. Şencan, ailesine iki gün daha geç gideceği için üzülmesine rağmen "geç olsun da güç olmasın"
düşüncesiyle pazartesi görüşmek üzere vedalaşıp otobüs rezervasyonunu da iptal ettirdi.

Ve Şencan, kaderin garip tecellisi olarak otobüse binmekten kılpayı kurtuldu.

Pazartesi günü Faruk Bey'e sabahın erken saatlerinde gelen Şencan, Siz benim hayatımı kurtardınız. Bana cuma akşamı bursumu verseydiniz o alev yanan otobüsün içinde ben de yanacaktım. O resmi problem çıkmasaydı
bursumla biletimi alarak memleketime gidecektim. Bursumu alamayınca o otobüse de binmedim. Dolayısı ile
yanmaktan ve ölmekten kurtuldum." der. Daha sonra da, Faruk Bey'e teşekkürlerini ifade edip memleketine gider.

Alev otobüse binmekten son anda vazgeçip hayatı kurtulan Şencan, memleketinden döndükten sonra okula
gitmek için otobüs durağına geldiğinde otobüsün hareket ettiğini görür. Aceleyle otobüsün ön kapısına yetişir
ama otobüs hareket halindedir. Otobüs ana caddeye çıkmak için durunca Şencan da otobüsün kendisi için
durduğunu zannederek tekrar kapıya koşar. Kapının açılacağını bekleyen Şencan ayağını kapıya uzattığı anda
Şencan'ı farketmeyen otobüs şöförü hareket edince bir anda aracın tekerlekleri altında kalarak ezilir.

Feci bir şekilde yaralanan Şencan, alelacele Tıp Fakültesi Hastane'sine kaldırılır, fakat bütün müdahalelere
rağmen kurtulamaz.

Evet, ecel Şencan'ı yanan otobüste değil de başka otobüste yakalamıştır.

DOGUM KONTROLU

DOĞUM KONTROLÜ

"Doğuş çocuğu beslemek için sarfedilecek paranın,
ana rahmindeki çocuğun doğmaması için sarfedildiği bir dünyada
bir bozukluk, bir terslik var demektir." Rasim Özdenören

Çocuğun tenasül uzvunda kan fışkırıyordu. Kardeşini sünnet etmişti aklınca. Önceleri bağırabildiği kadar bağırdı
çocuk. Kanla beraber ses de yavaşladı; bir iniltiye dönüştü. Küçük ağabey hadisenin şokunu yaşıyordu. Anne ve
babasına ne diyecekti? Bu korku içinde kanlı bıçağı pencereden fırlatıverdi. Hâlâ ne olduğunu, neye uğradığını
anlayamamıştı. Ortada bir felaketin olduğunu sezinliyordu. Suçunu bile idrak edemeyecek kadar küçüktü.

Orada reşit biri olsaydı ona: "Sen niye korkuyorsun evladım, anne babanın anlaşarak atmaya karar verdiği
ceninden daha küçük bir şey kestin kardeşinden, onlar ağzı dili olmayan bir çocuğun dünyaya gelişini engellediler,
onların suçu seninkinden daha büyük" diyecekti.

Bu çocuk, dünyaya gelmeden, ağlayıp gülmeden buradan gidecekti. Ona yaşama hakkı en yakınları ve "Gönüllü
Aile Planlamacıları" tarafından haram ediliyordu. Bir küçüğü, bir yıldır hayatın tadını tatmış, küçük ellerini gökyüzüne
kaldırmış, yıldızları parmaklarıyla göstermişti. Fakat yeni dünyaya gelecek masum, kendine kaderden tevdi edilen
hakikat tohumunun sümbülünü gösteremeden gidecekti.

Batılı dostlarımız ! bizim çoğalıp güçlenmemize razı değillerdi. Gerçi kadın çocuğunun alınmasını istemiyordu.
Hayat şartları bunu gerektiriyordu. Hem de bu konuda o kadar kesif bir kampanya vardı ki bazıları bunlara
kanıyorlardı. Halbuki bu reklamlarda ve çalışmalarda yapılan masraflarla dünyaya gelen çocuklar beslenebilirdi.
Hastahanelerdeki "Aile Planlaması Merkezleri" doğum kontrolü için bedava ilaç da dağıtıyordu. Kadının buralardan
aldığı haplar onun sinirlerini hayli yıpratmıştı. Üç çocuğa birden bakamazlardı.

Bu çocuk onlar için bir hazır yiyiciydi. Ekonomiyi sömürecek, pahalılığa sebep olacaktı. Devletin ve bazı kuruluşların
aile planlamasında bu kadar ısrarlı gayretlerine rağmen ülkenin fakirlikten, enflasyondan kurtulamaması da ayrı bir
mevzü. Bu anne ve babalar kendi mahsulleri olan evlatlarını, kendi elleriyle, başkalarının telkinlerine aldanarak
katlediyorlardı. İlahi beyanın: "Onlar nesli ve ekini (ekonomiyi) bozarlar" (Bakara 2/205) ifadesi ne kadar açıktır.

Kardeşinin tenasül uzvunu kestikten sonra kapıyı kapatıp sokağa çıktı. Aniden aklına, evlerinin önündeki kamyonun
arkasına saklanmak geldi ve kamyon tekerinin altına büzüldü. Korkunun ve soğunun verdiği heyecanla bir kuş gibi titriyor ve ağlıyordu. Sırtını sağlam bir kaya gibi dayadığı tekerin arkasında yorgunluk ve bitkinlikten uyuyakalmıştı.
Birdenbire sırtına çok ağır bir yükün bindiğini hissetti. Bu habersizgelen yükün altında ikiye katlanmıştı. Şöförün
arabayı çalıştırmadan el frenini bırakıvermesi, bu feci kazaya sebep olmuştu. Bu çocuk da ağlayıp bağırmadan
kardeşinin gittiği, görmediği o meçhül aleme gidiyordu. Kocaman lastiğin altında o körpecik vücudu ezilmişti.

Olup bitenlerden hiç haberi olmayan anne ve baba, hastahanede çocuğu olmayan komşu kadına rastlamışlardı.
Baba, bu kadının aniden karşılarına çıkmasından çok rahatsız olmuştu. Kadın, anneyi lafa tutmuştu. Konuşma
esnasında hastahaneye gelmelerindeki gerçek sebebi öğrenen kadın, anneye yalvarırcasına: "Ne olur kaldırmayın,
onu bana verin, ben sizin yerinize ona bakıveririm, büyüyünce yine size vereyim!" demesine rağmen kadına birşey
söylemeden oradan uzaklaştılar.

Kadın çok hislenmişti. Herşey Allah'ın elinde değil miydi? Verir imtihan eder, vermez imtihan ederdi.
İnsanın evladı olması kadar güzel birşey var mıydı? Bazen evlatları yüzünden eğitimi çok önemliydi.

Aslında bugünkü yaşadığımız çevrede çocuğun terbiyeli yetiştirilmesi gerçekten çok zordu. Bazen en iyi insanların
çocukları bile mükemmel yetişmeyebiliyordu. Çocukların ilk doğdukları gündeki gibi günahsız büyümeleri lazımdı.
Düşünen kimdi bunu? Bir selin ortasında herkes yuvarlanıp gidiyordu. Bunları düşününce kadın şöyle derin bir nefes
aldı. Kendi başının hesabını rahatlıkla verebilirdi, ama dünyaya gelmesine sadece vesile olacağı çocuğun günahını
nasıl taşıyacaktı?

Rabbinden ümidini hiçbir zaman kesmemişti, nurtopu gibi bir evladı olsun istiyordu. Allah ruhunu yarattıysa ona
dünyada ceset giydirecekti. Onbeş-yirmi sene sonra çocukları olanlar bile vardı. Hz. Zekerriya (as)'ın durumu da
ayrı bir mucizeydi. Kadın bu düşüncelerle, inkisar ve ümit arasında oturdukları mahalleye doğru yola koyulmuştu.

Anneye ise müdahale yapılıp çocuk alınmış, ekonomik sebeplerle bir masumun kanı yere dökülmüştü. Anne birkaç
damla gözyaşıyla teessürünü belirtti. Babanın da yüzüne bu suç, bir korku, pişmanlık ve tatminsizlik şeklinde yapıştı.

Tuttukları taksiye evlerine dönerken anneyle baba, ne birbirlerine baktılar ne de bir çift söz ettiler. Şimdi diğer
çocuklarını fazla bekletmek istemiyorlardı. Ancak onlara sarılarak biraz önce ameliyathanede bıraktıkları masumun
hasretine tahammül edebilirlerdi. Hem öteki çocukları küçüktü, daha fazla yalnız bırakamazlardı.

Evleri uzaktan görünmüştü. Bu evin önündeki kalabalık da neydi? Mahalleli de onların geldiğini farketmişti, ama bu
feci hadiseyi nasıl anlatacaklar, büyük oğlunun kamyonun altında kalarak hayatını kaybettiğini nasıl söyleyeceklerdi?
Hiçbir şey söylemeye gerek yoktu. Anne çoktan hadiseyi hissedip bayılmıştı bile. Hastahanede rastladıkları
çocuksuz kadın bir yandan anneyi ayıltırken, onu teselli etmeye çalışıyordu. Baba ise evlerinin kapısını açarken bir
yandan da gözyaşlarını siliyordu.

Kapının gerisindeki flaketten ise hiç kimsenin haberi yoktu. Orada onları bir üçüncü acı beklemekteydi. (M.Üftade)

DEHSETiN AKLASTIRDIGI SACLAR

DEHŞETİN AKLAŞTIRDIĞI SAÇLAR

"Ölümünün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim." Montaigne

Muğla'nın Milas ilçesinde yaşayan orta yaşlı bir adam, bir gece, hayatının akışını değiştiren dehşetli bir rüya görür.

Rüyasında adam kendi ölümünü görmüştür. Öldükten sonra, vücudu teneşirde yıkanmış, kefelenmiş ve mezara
defnedilmiştir.

Rüya çok net ve berraktır. Adam mezara konulup yapılan dualar ve okunan Kur'an-ı Kerim ile birlikte üzeri
topraklandıktan sonra kapkaranlık bir yerde yapayalnız kalır. Bir müddet sonra bulunduğu kabrin sağ tarafından
bir menfez açılır ve içeriye iki kişi girer. Bunlar kendilerinin kabirdeki sual melekleri olan "Münker ve Nekir"
olduğunu söylerler.

Bu melekler, adamı alıp bulunduğu menfezden geçirerek başka bir yere götürürler. Götürdükleri yerde adamın
önüne hemen bir terazi ve yanına da bir miktar üzüm koyarlar. O sırada karşıdan gelen bir adam belirir.
Münker ve Nekir, Milaslı bu çiftçiden, karşısındaki adama üzüm satmasını söylerler.

"Ölçtüğünüz zaman dürüst olun, tam ölçün.
doğru terazi ile tartın.
Bu hem ticaretiniz için daha hayırlı,
hem de akibet yönünden de daha güzeldir."
(Kur'an-ı Kerim, İsra 35)

Münker ve Nekir melekleri adamın sağ ve solunda muhafız gibi durarak satışa nezaret ederler.
Kendisinin alış-veriş sırasında tartıda çok az bir haksızlık yaptığını gören Melekler, onu hemen tezgâhın başından
aldıkları gibi çok büyük bir kapının yanına getirirler. Kapı, kale kapısı gibi çok büyüktür.
Kapının yanına gelir gelmez kapı kendiliğinden açılır.

Rüya sahibinin o anda gördüğü manzara çok korkunçtur. Kapının öbür tarafında müthiş bir yangın ve alevlerin
içerisinde cayır cayır yanan insanlar vardır. İnsanlar bir taraftan yanmakta, bir taraftan da vücutları
tazelenmektedir. Yanan insanların çıkardıkları canhıraş feryatları yürek dayanacak gibi değildir.

Münker ve Nekir melekleri, adama bu dehşetli manzarayı gösterdikten sonra tekrar bir meydanın ortasına
getirirler. Kendisine, biraz önce alışveriş sırasında işlediği suçun cezasının demin gördüğü gibi yanarak mı,
yoksa başka bir şekilde mi verilmesini istediğini sorarlar.

Adam, gördüğü o müthiş yangın manzarasındaki dehşetten ve bundan daha büyük bir ceza olamayacağı
düşüncesiyle ateşe razı olmayıp bir başka cezaya razı olduğunu söylemesi üzerine, birden bire vücudunda
yüzlerce derece bir hararetin başgösterdiğini bütün dehşetiyle hisseder.
Dayanılmaz bir ıstırap, çekilmesi mümkün olmayan acı ve azap başlamıştır. Adamcağız, çektiği acının tesiriyle
avazı çıktığı kadar feryad ve figan etmektedir.

(Rüyadan gerçek hayata, yani rüyayı gören adamın evine döndüğümüzde, adam hakikaten de avazı çıktığı
kadar bağırmakta, ortalığı ayağa kaldırmaktadır. Vakit gece yarısıdır. Adamın karısı ve bitişik odadaki iki
yetişken oğlu bu korkunç çığlıklara uyanırlar. Sesler mahalleyi de inlettiğinden konu-komşu pürtelaş adamın
evinde toplaşırlar. Adam ile hâlâ çığlık çığlığa feryada devam etmektedir.
Herkes uğraşmakta fakat adamcağız bir türlü uyandırılamamaktadır.)

Dönelim tekrar rüyaya... Adamın içine düşen yangından vücudu fokur fokur kaynamakta ve acı içinde
kıvranmaktadır. Çektiği acı tahammül sınırının çok ötesindedir.

Bir müddet geçtikten sonra, Münker ve Nekir'in işaretiyle ceza sona erdirilir ve adam çağrılarak şöyle denilir.

"İşte gördün ve anladın ki, dünyada yapılan ufacık bir hatanın, adaletsizliğin ahiretteki cezası bu.
Şimdi seni hayata, yaşadığın dünyaya iade ediyoruz. Bundan sonra hayatını bu gerçeğe göre tanzim et.
Katiyyen en küçük dahi olsa bir haksızlık, adaletsizlik yapma."

Bu müsaadeden sonra, adamcağız rüyasından gözleri yerinden fırlamış, beti benzi atmış, kan ter içinde uyanır.
Ama bundan da önemlisi, adamın yüzünde, etrafını çevreleyen mahalle halkını hayret ve şaşkınlık içinde bırakan
bir görüntü vardır. Siyah saçlı bu adamın bütün saçları, biraz önce rüyada gördüklerinin dehşetinden bir anda
bembeyaz olmuştur. Evet bembeyaz...

Milaslı bu adamı görüp hadiseyi nakledenlerin ifadesine göre, şimdi artık o, dehşetin aklaştırdığı saçlarıyla
hayatını kılı kırk yaracasına hassas yaşamakta, bundan sonraki menzili olan kabir aleminde kendisine faydası
olacak salih amellerin, güzel, hayırlı işlerin peşinden koşmaktadır.

ECBanner